17 Ocak 2015 Cumartesi

BAŞIBOZUKLAR



X





Τούρκοι βασιβουζούκοι (άτακτοι στρατιώτες της οθωμανικής αυτοκρατορίας) στη Βουλγαρία το 1877. Πηγή: www.lifo.gr


Αριστ. : Βασιβουζούκος με ναργιλέ, πίνακας του πολωνού ζωγράφου Πηγή: www.lifo.gr



















BAŞIBOZUKLAR

Başıbozuklar, mâli güçlükler nedeniyle özellikle Balkanlar'daki vilayet garnizon ve jandarmasına gerekli takviyenin düzenli olarak sağlanamaması, isyanlara zamanında müdâhale edilememesi gibi nedenlerle Kırım, Kafkasya gibi Ruslar'a kaptırılan topraklardan getirilip Balkanlar'a yerleştirilen Tatar ve Çerkesler'den oluşan düzensiz, mahalli, gönüllü birliklerdir.
Özellikle Bulgaristan'a yerleştirilmiş olan Tatar ve Çerkes muhâcirlerden, yurtlarını terk etmelerine sebep olarak gördükleri Ruslar'a yönelik kin ve nefretlerini yerleştikleri bölgenin Bulgar unsurlarına (Ruslar'la aynı soydan gelmelerinden dolayı) yöneltmişlerdir.[1] Zamanla uzman askerler tarafından sivilleri tanımlamakta kullanılan bir terime dönüşmüştür. Başıbozukkelimesi, Kırım Savaşı sırasında İngilizce'ye (bashi-bazouk) ve Fransızca'ya (bachi-bazouk) geçmiştir.

  • Rus-Bulgar yapımı "Турецкий Гамбит / Turetskiy Gambit" (Türkçe: Türk Hamlesi) filminde başıbozuklara doğrudan atıflarda bulunulduğu görülür.
  • Tenten çizgiroman serisinde Kaptan Haddok'un kullandığı çok sayıda küfürden biridir.
  • D&D oyunundaki barbar özelliği olan "rage"in Türkçe oyun için çevrilmiş halidir. Empire: Total War ve Napoleon: Total War adlı oyunlarda Osmanlı ordusunda aynı adlı piyade birimi mevcuttur.

Bashi Bazouk and his Dog
painting by Jean Leon Gerome


Bashi Bazoik Singing painting by Jean Leon Gerome


başı bozuklar

BAŞIBOZUK REİSİ 1881


CHARLES BARQUE BASHI BAZOUK


Jean-Léon Gérôme - A Bashi-Bazouk


Black Bashi Bazouk painting by Jean Leon Gerome




Seated-Bashi-Bazouk-With-A-Rifle By Stanislaus von Chlebowski 1835-1884

















GÖZÜ KARA SÜVARİLER DELİLER

Osmanlı fetihlerinin sürdüğü ve toprakların genişlemeye devam ettiği dönemde Rumeli sınır boylarında düşmanlara korku salan yeni bir askeri sınıf ortaya çıkar. Vahşi hayvanların derisinden yapılmış başlık ve elbiseler giyen, vahşi görünüşleri ile düşman askerlerinin yüreğindeki en ilkel korkuyu açığa çıkaran bu yeni süvari sınıfına halk Deliler adını verir.
Tarihi belgelere bakacak olursak Deliler denilen bu sınıf ilk olarak 15. yüzyılın ortalarından başlayarak görünmeye başlar ve 16. yüzyılda tam bir düzene erişir. Tarihçi Neşri’nin aktardığına göre 1444 yılındaki Varna ve 1448 yılındaki Kosova Muharebeleri’nde Deliler Osmanlı ordusunun bir parçası olarak savaşırlar.
Halk onlara Deliler lakabını takmıştı ama bu lakap akıl sağlıklarının yerinde olmamasından değil, tam anlamıyla gözükara olduklarından dolayı verilmişti. Yine eski kaynaklara göz gezdirdiğimizde bu insanlara neden Deliler denildiğini Fransız mühendis ve asker Alain Manesson Mallet’ın 1684 yılında yayınlanan Les Travaux de Mars ou l’Art de la Guerre adlı eserinde görebiliyoruz:
Bunlar öylesine cesurdurlar ki bir kralın hizmetine girdikten sonra, onları vazgeçirebilecek hiçbir ceza korkusu yoktur. Bu nedenlerden dolayı Türkler onlara deli adını vermişlerdir ve bu ad, dillerinde “gözü pek” anlamına gelir.
Yine bir başka Fransızca kaynakta, 1672’de, Fransız elçisi maiyetinde İstanbul’a gelen Antoine Galland’ın yayınlanan günlüklerinde Delilerden şöyle bahsedilir:
Deli sözü Türkçede mecnun anlamına gelir, ama bundan bu adamların mecnun ya da akıllarını yitirdikleri anlamı çıkarılmamalıdır. Bu, kendilerini tehlikeye atmak konusunda gösterdikleri azim ve inattan, nefislerini tehlikeye gerçekten deli imişçesine bir pervasızlıkla atışlarından dolayıdır.

Deliler Nasıl Ortaya Çıktı?

Delilerin ortaya çıkmasın nedeni, bizzat Osmanlı’nın kendi iç sorunları, yani taht kavgaları, Anadolu’nun her yerinde beklenmedik biçimde patlak veren ayaklanmaların yarattığı kargaşaydı. Çoğu zaman Rumeli sınır beyleri bu ayaklanmalara hazırlıksız yakalandıklarından önlem almakta oldukça zorlanıyordu. Böylesine beklenmedik tehlikeler karşısında bir daha hazırlıksız yakalanmaktan çekinen Rumeli sınır beyleri, en sonunda akıncılardan farklı olarak doğrudan kendilerine bağlı hafif atlılardan oluşan süvari birliklerini çözüm olarak gördüler. Ve böylece Deliler tarih sahnesindeki yerlerini aldı.
Başlangıçta Semendire, Bosna gibi Rumeli’nin önemli merkezlerinde kurulan Deli askeri teşkilatı zamanla büyüdü, önceleri küçük bir bölük biçiminde yalnızca sınır beylerinin muhafız birlikleri iken, gün geçtikçe Osmanlı ordusunun en korkutucu savaş unsurlarından birisi durumuna yükseldi.  Kuruluş yıllarında yalnızca Rumeli’deki sınır beyliklerinde görev alan Deliler XVII. yüzyıldan itibaren merkezde veziriazamın, Anadolu’daki vezir ve beylerbeyilerin maiyetlerinde de oluşturulmuş ve tamamen ücretli maiyet askeri statüsüne geçmişlerdi.
Genelde Beylerbeyi’nin ya da Bosna ve Semendire sancak beylerinin maiyetinde bulunan deliler aylıklarını hizmet ettikleri bu beylerden alırlardı. Ne sadakatlerinden ne de cesaretlerinden en ufak kuşku duyulmadığı için de bu beylerin özel korumaları olmaları son derece olağandı. Öyle ki, Osmanlı tarihinde sıkça görülen, Yeniçeriler ve diğer askerler tarafından başlatılan ve çoğu zaman bir devlet büyüğünün katli ile sonuçlanan olayların hiçbirine Deliler’in katılmadığını görürüz. Barış dönemlerinde etkileyici ve sıradışı kıyafetleri ile sadrazamların düzenlediği divan alaylarının en önünde giden Deliler sadrazamlara yol açar, olası suikastlara karşı efendilerini korurlardı. Sefer sırasında ise ordunun en ön safında giden Deliler korku bilmeksizin düşmanın içine dalar, onların hatlarını yarmaya çalışır ve canlı esir ele geçirerek düşman hakkında bilgi edinmeye çalışırdı.
Sultan III. Murad’ın oğullarının sünnet şenliğinde Deliler sultanın önünde hem binicilik yeteneklerini hem de daha sonra çıplak bedenlerine sapladıkları çeşitli kesici aletlerle, dayanılmaz acılara dayanabildiklerini ve sultana olan ölümüne sadakatlerini göstermişlerdir.
Deli Ocağı’na katılmak kolay değildi. Öyle her isteyen Delilere katılamıyordu. Delilere katılmak isteyen bir kişinin öncelikle iki temel koşulu yerine getirmesi gerekiyordu: Gösterişli ve korkutucu bir fizik yapısına sahip olmak, savaşmaktan ve ölmekten korkmadığını, cesaretini kanıtlamak.
Deli Ocağı’na mensup olmanın önemi tarihi vesikalardan anlaşılmaktadır. Herkesin gelişigüzel kabul edilmediği bu ocağa dahil olmak için de bazı şartların yerine getirilmesi zorunluydu. Delilere katılmak isteyen kişinin yerine getirmesi gereken iki temel şart vardı. Gösterişli bir fiziki yapıya sahip olmak ve cesaretini, savaşma becerisini kanıtlayabilmek. Cesaretlerini ve savaş aletlerini kullanmaktaki hünerlerini kanıtlamak için savaşta hiç olmazsa 8-10 düşman süvarisini öldürerek zaferle dönmeleri yine Delilerden beklenen şeylerdi. Bu koşulları yerine getirip kendini ve cesaretini kanıtlayarak eğitim aşamasını başarıyla tamamlayan Deliler, düzenlenen bir tören ile yemin eder ve ocağa özgü başlıklarını giyerek Deliler Ocağı’na resmen katılmış olurlardı. Bayrak adı altında 60’şar kişilik küçük ocaklara ayrılan Delilerin birkaç ocağı bir delibaşının emrine verilirdi. Delilere katılmak için ırk ya da dinin bir önemi yoktu. Genellikle Türklerden oluşmasına karşın Deliler Ocağı’nda Boşnak, Sırp ve Hırvatlara da rastlamak olasıydı.
Delileri Osmanlının diğer askeri birliklerinden ayıran en önemli özellikleri hiç kuşkusuz kıyafetleriydi. Delilerin  elbiseleri aslan, kaplan, sırtlan ve ayı benzeri hayvanların kürklerinden yapılır, rahat hareket edebilmek ve yaralandıklarında yaraları ile de düşmana korku salmak için zırh falan giymezlerdi. “Serhatlik” adı verilen yüksek topuklu, sivri burunlu, arkasında mahmuzu bulunan  ve genelde sarı renkte deri çizme veya ayakkabı giyerlerdi.  Delilerin deli kalpağı adı verilen kalpakları çizgili sırtlan, kar leoparı, samur ve pars benzeri vahşi hayvanların derisinden yapılır,  bu kalpakların üzerinde kartal kanadı ya da tüyleri bulunurdu. Kullandıkları başlıca silahlar ise Macar usulü bir mızrak, kılıç, satır balta, bozdoğan, şeşper, gürz ve savaş çekici idi. Delilerin atları da en az kendileri kadar sıradışıydı. Atlar çoğu zaman kartal tüyleri ile süslenir, atın kafası üzerine serilen bir aslan postunun ağzından çıkardı.
Bilinmeyene karşı insanın doğasında var olan ilkel korkunun düşmanın savaşma azmini ne derece etkileyeceği açıktır. En parlak dönemlerinde sayıları on bine ulaştığı düşünülecek olursa, üzerlerine doğru gelmekte olan on bin vahşi görünüşü süvarinin düşman askerleri üzerinde nasıl bir psikolojik etki yarattığını ve dehşete düşürdüğünü anlamak zor olmasa gerek.
Savaş çekici ve kader Kılıç, pala, mızrak, kostaniçe, balta, bozdoğan, şeşper, gürz ve savaş çekici en çok kullandıkları silahlardı. Delilerin kullandığı mızraklar ise diğer askerlerinden en az bir buçuk metre uzun olurdu. Sık kullandıkları aletlerden biri de savaş çekiciydi. Abdullah Turhal, aslında bu aletin tipik bir Osmanlı silahı olmadığını vurguluyor. Düşmanın zırhı ve miğferini delmek için kullanılan bu aletlerin en büyük dezavantajı, hedefi vurmak için çok yakın mesafeden kullanılması gerekliliğiydi. Düşmana cesurca yaklaşmak gerektiren savaş çekiçleri deliler için biçilmiş kaftandı. Onlar için kaderde ne varsa o yaşanırdı çünkü. Deliler, bir de geniş tekne kalkan kullanırlardı. Bunları da kartal pençesi ya da kanadıyla süslerlerdi. 
“Delilerin düşmanın üzerine tereddütsüz atlamalarının altında yatan düşünce, kaderlerinin önceden belirlenmiş olduğunu duydukları sonsuz inanç” diyor Abdullah Turhal. Kuvvetli kader inançları kadar dikkat çeken bir diğer özellikleri de Hazreti Ömer’e bağlılıklarıdır. Osmanlı ordusundaki ocaklar kendisi genellikle Hazreti Ali’ye bağlı görürler. Deliler burada da diğerlerinden ayrılıyor. 
Yüz yıllar geçtikçe Deli Ocağı’nda yaşanan bozulmalar, delilerin meşhur askeri disiplinlerini kaybederek savaşlarda etkinliklerini yitirmeye başlamaları onları gözden düşürdü. Halka eziyet eden başıbozuk haydutlar haline gelmeleriyse sonlarını hazırladı. Devlet tarafından yapılan düzenlemelerle disiplin altına alınmaya çalışıldılar, ancak başarılı olunamayınca, 1829 senesinde ortadan kaldırıldılar. 
Abdullah Turhal, ‘Deliler’le Osmanlı ordusunun bu pek değinilmeyen askerlerini gün ışığına çıkarmaya çalışmış. Bunda başaralı olduğunu da söyleyebiliriz. 
Bizanslı tarihçi Khalkokondyles, Delilerle karşılaşan düşmanın durumunu şöyle anlatır:
Delilerle karşılaşan düşman, öncelikle neyle karşı karşıya olduğunu, nasıl bir varlıkla savaştığını, karşısındakinin insan mı insan dışı bir varlık mı olduğunu anlamaya çalıştığı için şaşkınlık içinde kalır.
Cesaretleri sıkı bir eğitim ile birleştiğinden, en verimli dönemlerinde hiçbir orduda Deliler ile denk başka bir süvari sınıfı daha bulunmuyordu. Khalkokondyles, “Öyle görünüyor ki doğa onlara, herkesin üstünde bir güç ve vücut kuvvetini ve onların gücünü denemek isteyenlerin gücünü aşan düzeyde, rastlanmayan nitelikte bir kılıç kullanma ve savaşma becerisi vermiştir”diyordu. 1828–1829 Osmanlı-Rus Savaşı’ndaki gözlemlerini aktaran İngiliz Sir Adolphus Slade, Delilerin Ruslarla adeta spor yaparak çarpıştığını, Rus siperlerinin dibine kadar sokulup Rus süvarilerine laf atıp onları kızdırdığını ve eğitimli atları ile Rus piyade saflarını adeta parçaladığını anlatır. Atlarıyla adeta bütünleşen delilerin manevralarına ayak uydurmak o kadar zordur ki, Sir Adolphus Slade, Rus topçusunun çok ender olarak Delilere zarar verebildiğinden bahseder. Deliler diğer düşman ordularına da esin kaynağı olmuştu. Polonyalılar (Lehler) sarı botlar, göğsü kapatan parlak zırhlar, uzun kartal kanatları ve leopar  derileri ile kendi Delilerini yaratmışlar ve bunlara “Winged Hussars” yani “Kanatlı Atlılar” adını vermişlerdi.
Korkutucu görünümleri,  olağanüstü cesaretleri ve savaşma azimleri ile Deliler Osmanlı ordusuna uzun yıllar boyunca mükemmel biçimde hizmet ettiler. Fakat zaman içinde tüm Osmanlı’yı tutsak alan bozulmadan ve yozlaşmadan Deliler de nasiplerini almışlardı. Emrinde oldukları beylerin sık sık görevden alınmaya başlamasıyla birlikte Deliler başıboş ve işsiz kalınca bunun sonucu olarak askeri disiplinlerini yitirdikleri gibi halka eziyet etmeye ve köylere saldırmaya başladılar. Sonunda II. Mahmud tarafından 1829 yılında  Deliler Ocağı lağvedildi ve karşı koyanların öldürülmesiyle bir dönem de kapanmış oldu.

BAŞINI VERMEYEN ŞEHİD DELİ HÜSREV ÖMER SEYFETTİNDEN


Ömer SEYFETTİNaycicek.gif (1780 bytes)

    aycicek_kucuk.gif (1142 bytes) BAŞINI VERMEYEN ŞEHİT"...Hak budur ki o gazilerin içinde böyle gaziler olma-
sa, Zigetvara bu kadar yakında dört yan kafir hisarı
iken bekleyiş, duraklama özellikle böyle cenge çalışma
ne mümkün idi.
"
Peçevî tarihi, s. 355

Yarın arifeydi. Öbür günkü bayram için hazırlanan
beyaz kurbanlar, küçük Grigal palankasının etrafında
otluyorlardı. Karşıda... Yarım mil ötede Toygun Paşa'nın
son kuşatmasındân çılgın kışın hiddeti sayesinde kurtu-
lan Zigetvar Kalesi, sönmüş bir yanardağ gibi, simsiyah
duruyordu. Hava bozuktu. Ufku, küflü demir renginde,
ağır bulut yığınları eziyor, sürü sürü geçen kargalar tam
hisarın üstünden uçarken sanki gizli bir kara haber gö-
türüyorlarmış gibi, acı acı bağırıyorlardı. Palanka kapı-
sının sağındaki beden siperinde sahipsiz bir gölge kadar
sakin duran Kuru Kadı yavaşça kımıldadı; ikindiden be-
ri rutubetli rüzgârın altında düşünüyor, uzakta, belirsiz
sisler içinde süzülen kurşuni kulelere bakıyordu. Bunla-
nn hepsi Türklerin elindeydi. Yalnız şu Zigetvar... yıkıl-
maz bir ölüm seddi halinde "Kızılelma" yolunu kapatı-
yordu. Sanki bu uğursuz kargalar hep onun mazgalla-
rından taşıyor, anlaşılmaz bir lisanın çirkin küfürlerine
benzeyen sesleriyle her tarafı gürültüye boğuyorlardı.
Kuru Kadı içini çekti. Sonra "Ah..." dedi. İncecik, sinirli
boynunun üstünde bir taş topuz gibi duran çıkık alınIı iri
kafasını salladı. Yeşil sarığını arkaya itti. Islak gözlerini
oğuşturdu. Şimdiye kadar, asker olmadığı halde, her
muharebeye girmişti. Birkaç bin yeniçeriyle dört beş to-
pu olsa... bir gece içinde şu kaleyi alıvermek işten bile
değildi. Şimdi vakıa müstakildi. Ne isterse yapabilirdi.
Palankanın kumandanı Ahmet Bey öteki boy beyleriyle
beraber Toygun Paşa ordusuna katılıp Kapuşvar fethine
gitmiş... Kapuşvardan sonra Zigetvarı saran ordu kışın
aman vermez zoruyla, zaptı yarı bırakarak Budin'e dö-
nünce, o da askerleriyle tekrar palankasına gelmemiş,
Toygun Paşa'nın yanında kalmıştı. Bugün Grigal'den al-
tı mil uzaktaydı. Palankaya yalnız Kuru Kadı karışıyor-
du; esmer, zayıf yüzünü buruşturdu: "Palanka... amma
topu tüfeği kaç kişi?" dedi. Bütün genç savaşçıları Ahmet
Bey beraberinde götürmüştü.. Hisardakiler zayıflardan,
bekçilerden, hastalardan, ihtiyar sipahilerden ibaretti.
Hepsi yüz on üç kişiydi! Düşman, galiba öteki palanka-
lardan çekiniyordu: Yoksa burasını bırakmaz, mutlaka
almağa kalkardı. Biraz eğildi. İnce yosunlu, soğuk sipe-
re dirseklerini dayadı. Aşağıya baktı. İki üç asker beyaz
koyunların arasında dolaşıyordu. Bir tanesi karşısına
geçtiği iri bir koçu, başına dokunarak kızdırıyordu, tos
vuruyordu. Öbürleri, elleri silahlarında, bu oyunu seyre-
diyorlardı. Bağırdı:
- Oynamayın şu hayvanla...
Askerler, başlarını tepelerden gelen sese doğru kal-
dırdılar. Kuru Kadı'dan hepsi çekinirlerdi. Gayet sert,
gayet titiz, gayet sinirli bir adamdı. Adeta deli gibi bir
şeydi. Sabahtan akşama kadar namaz kılar, zikreder,
geceleri hiç uyumazdı. Daha yatıp uyuduğunu kalede
gören yoktu. Vali Ahmet Bey ona "bizim yarasa" derdi.
Zavallının sabahı bekleme denilen hastalığını kerame-
tine de yoranlar vardı. Tekrar bağırdı: .
- Haydi, artık akşam oluyor, içeri alın onları.
Askerler koyunları toplamağa başladılar. Kuru Ka-
dı'nın dirsekleri acıdı. Doğruldu. Tekrar Zigetvar'a bak-
tı. Üst tarafındaki göl, kirli bakır bir levha gibi yeri
kaplıyordu. Kargalar, havaya boşaltılmış bir çuval can-
lı kömür ellemeleri gibi karmakarışık geçiyorlar, sükû-
tu parçalayan keskin, sivri sesleriyle gaklıyorlardı.
Kalbinde ağır bir elem duydu. "Hayırdır inşallah" dedi.
Canı o kadar sıkılıyordu ki... Elleri arkasında, başı
önüne eğik, bastığı siyah kaplama taşlarına görmez bir
dikkatle bakarak yavaş yavaş yürüdü. Derin bir karan-
lık kuyusunu andıran merdivenin dar basamaklarında
kayboldu.
... Arife sabahı, herkes uyurken, o, her vakitki gibi
yine uyanıktı! Mescit odasının önündeki taş yalakta, iki
büklüm, abdestini tazeliyordu. Giden gece, daha gölge-
den eteklerini toplayamamıştı. Bahçeye çıkan kapı ke-
merinde asılı kandil, sönük ışığıyla, duvarları titreti-
yordu.
- Hey, çavuşbaşı... Hey!...
Elindeki ibriği bıraktı. Kulak kabarttı. Bu, kulede-
ki nöbetçinin sesiydi. Kolları sıvalı, ayakları çıplak, ba-
şında takke, hemen yukarı koştu. Merdivende çavuşa
rastgeldi. Onu itti. Yürüdü. Nöbetçinin yanına atıldı:
- Ne var?
- Kaleden düşman çıkıyor.
Erguvani bir esmerlik içinde siyah bir kaya gibi du-
ran Zigetvara baktı. Bu kayadan yine koyu, uzun bir
karartı süzülüyor, palankaya doğru akıyordu.
- Bize geliyorlar... dedi:
Çavuşa döndü:
- Haydi, gazileri uyandır. Kurban bayramını bu-
günden yapacağız. Koş. Bana da çabuk topçuyu gönder.
Çavuş, bir eliyle bakır tolgasını tutarak, koştu.
Merdivene daldı. Kuru Kadı, uzakta, kara yerin üstün-
de daha kara bir leke gibi yavaş yavaş ilerleyen düş-
man alayına dikkatle baktı. Gözlerini küçülttü, büyült-
tü. Önlerinde birkaç top da sürüklüyorlardı. Binden
fazla idiler. Halbuki hisardaki gaziler? Kendisiyle bera-
ber yüz on dört kişi... "Ama, yine haklarından geliriz!"
dedi. Uyanan, yukarı koşuyordu. Hisar kapısının iyice
bağlanmasını emretti. Sarığını, cübbesini, kılıcını, tüfe-
ğini getirtti. İhtiyar topçu gelince, ona da, hemen "ha-
ber topları"nı atmasını söyledi. Bu bir adetti. Taarruza
uğrayan bir palanka hemen "İşaret topu" atarak etra-
fındaki kuleleri imdadına çağırırdı.
Biraz sonra düşman hisarın önünde, harp düzenine
girmiş bulunuyordu. Zaplar başsız, gür ejderha yavru-
ları gibi siyah ağızlarını bedenlere çevirmişti. Türkçe
bağırdılar:
- Size teklifimiz var. Elçimizi içeri alır mısınız?
Kuru Kadı:
- Alırız. Gönderin, gelsin! cevabını verdi.
Bedenler, kalkanlı, tüfekli, oklu gazilerle dolmuştu.
Palankanın ruhu, neşesi, keyfi olan iki arkadaş, bu es-
nada tuhaf tuhaf laflar söyleyip yine herkesi güldürü-
yordu. Bunların ikisine de "deli" derlerdi: Deli Mehmet,
Deli Hüsrev... Serhatın muharebelerinde, hayale sığ-
mayacak yararlılıklarıyla masal kahramanlan gibi ina-
nılmaz bir şöhret kazanan bu iki deli, hiçbir nizama
hiçbir kayda, hiçbir disipline girmeyen, dünya şerefin-
de gözleri olmayan Anadolu dervişlerindendi. Her za-
ferden sonra kumandanlar onlara rütbe, hil'at, muras-
sa kılıç gibi şeyler vermeye kalkınca gülerler: "İsteme-
yiz, fani vücuda kefen gerektir. Hil'at nadanları sevin-
dirir..." derler, hak uğrundaki gayretlerine ücret, mü-
kafat, övgü kabul etmezlerdi. Harp onların bayramıydı.
Tüfekler, oklar, atılmağa; toplar gürlemeğe; kılıçlar,
kalkanlar şakırdamağa başladı mı, hemen coşarlar,
kendilerinden geçerler; naralar savunarak düşman saf-
larına saldırırlar... alevi gözlerle takip edilemeyen bi-
rer canlı yıldırım olup tutuşurlardı.
Kuru Kadı, onların herkesi güldüren münakaşala-
rını, saçma sapan sözlerini gülümseyerek dinlerken, el-
çiyi yanına getirdi, iki deli de sustu. Herkes kulak ke-
sildi. Bu elçi Türkçe biliyordu. Küstahça tekliflerini
söyledi.
Palankayı saran Zigetvar kumandanı Kıraçin'di.
Yanında iki bine yakın savaşçısı vardı. Grijgal'in "Vire
ile verilmesini istiyordu. Ateşe, nura, haça, İncil"e, Ze-
bur'a yemin ediyor; çıkıp giderlerken muhafızlara hiç-
bir ziyanı dokunmayacağına dair söz veriyordu.
Kuru Kadı:
- Pekâlâ!... Haydi git. Biz aramızda anlaşalım, ka-
rarımızı size öğleden sonra bildiririz! diye elçiyi aşağı
gönderip kapıdan attırdı. Sonra etrafındakilere döndü.
Şöyle bir göz gezdirdi. Sırtının hafıf kamburu içeri çe-
kildi:
- İşittiniz ya, gaziler! dedi, Kıraçin haini bizim yüz
on kişiden ibaret olduğumuzu anlamış... üzerimize iki
bin kişi ile geldi. Teklif ettiği "Vire"yi kabul etmek iste-
yenler vârsa ellerini kaldırsın!
Kimsenin eli kalkmadı.
- Öyleyse hazır olalım. Haydi...
Bir gürültüdür koptu;
- Hazırız...
- Hepimiz, hepimiz...
- Hepimiz, hepimiz hazırız.
- Kılıçlarımız, kalkanlarımız yağlı.
-(~klanmı~ havlı_
- Yatağanlanmız keskin...
- Bugün nusret bizim.
- Amin, amin...
Kuru Kadı, "Ey alemlerin rabbi" diye ellerini kaldır-
dı. Bir duaya başlayacaktı. Deli Mehmet yalın kılıç kar-
şısına dikildi. Palabıyık, gök gözlü, geniş beyaz çehresi,
yeni doğmuş bir ay gibi parlıyordu:
- Duayı bırak, efendi dedi, gaza duadan faziletli-
dir. Gel... Lütfet. Bize şu kapıyı aç. Kalbindeki korkuyu
at. İşte hepimiz hazırız. Şu ayağımıza gelen gaza fırsa-
tını kaçırmayalım.
Kuru Kadı'nın elleri aşağı düştü. Deli Hüsrev de ar-
kadaşının yanına sokulmuştu. Bütün gaziler bu iki de-
linin arkasına üşüştü. Sanki hepsi bir anda deli oldu-
lar... bir ağızdan.
- Aç bize kapıyı, aç... diye bağırmaya başladılar.
Kuru Kadı'nın iri patlak gözleri yaşardı. Yüzü sap-
sarı oldu. Uzun siyah sakalı kımıldadı. İki deliyi bile
titreten, bütün gazilerin saçlarını ürperten ilahi bir
ağıt ahengi kadar etkili sesiyle haykırdı.
- Meydan erleri! Ey mertler! Padişahımız Süley-
man Gazi aşkına şu sözümü dinleyin. Benim muradım
sizi gazadan engellemek değildir. Bugün can, baş feda
olsun... Özellikle yarın kurban bayramı... Fakat bakı-
nız maksadım ne? Bugün cuma... hem de arife. Bugün
hacılarımız Arafat'ta, diğer mü'minler camilerde bizim
gibi gazilerin zaferi için dua etmekteler... Bunda şüp-
hesi olan var mı?
- Hayır.
- Hayır, asla...
- Hayır.
- O halde münasip olan budur ki, biz de namazla-
rımızı eda edelim. Gözlerimizin yaşını dökelim. Dua
edelim. Birbirimizle helallaşalım. Sonra gazaya girişe-
lim. Kalanlarımız gazi, ölenlerimiz şehit olsun! Dünya-
da iyi nam ile anılalım. Ahirette peygamberimizin âle-
mi dibinde toplanalım... Ne dersiniz?
- Hay hay!
- Uygun...
- Pekâlâ!
Gazilerin hepsi buna razı oldu. Öğleye kadar durdu-
lar. Abdest aldılar, namaz kıldılar, tekbir çektiler, helal-
laştılar. Kıraçin'in askeri, sardıkları palankadan yükse-
len derin uğultuyu hep teklif ettikleri "Vire" münakaşa-
sının gürültüsü sanıyorlardı.
Ansızın, uzaktaki Türk kulelerinden atılan "işaret
topları" işitildi. Bu, "Biz, dörtnala geliyoruz" demekti.
Kuru Kadı eliyle hisarın kapısını açtı. Grijal gazileri
"Allah, Allah" naralarıyla müthiş bir taşkın deniz gibi
fışkırdılar. İki koldan hücum olunuyordu. Kollardan bi-
risine Deli Hüsrev, birisine Deli Mehmet baş olmuştu.
Ovada, Grijgal'e gelen yollardan bir toz dumanıdır
kalkıyordu. Nice bin atlı imdada koşuyor sanılırdı. Düş-
man, bu hali görünce şaşırdı. İki ateş arasında kaldığı-
nı anladı. Halbuki toz duman içinde yaklaşan ancak
beş on gaziydi.
... Bozgun başladı.
Deli Mehmet'le Deli Hüsrevin takımları düşmanı
kaçırmamak için iyice sarıyordu. Kara Kadı cübbesini
atmış. Elindeki kılıç, cesaretlendirdiği gazileri arkasın-
dan yürüyordu. Deli Hüsrev, bir sarhoş gibi Kıraçin'in
alayına dalmış kesiyor, kesiyor... inanılmaz bir çabuk-
lukla kaçanlara yetişiyor, ikiye biçiyordu.
Kuru Kadı'nın gözleri Deli Mehmet'i aradı.
Bakındı, bakındı.
Göremedi.
Acaba o muydu? Yüreği ağzına geldi. Düşman safı-
na karışıp kaynaşan kolun arkasında iri bir vücut yere
uzanmıştı... Elli altmış adım kadar kendisinden uzak-
tı... Siyah, yüksek atlı bir şövalye, uzun bir kargıyı bu
uzanmış vücuda saplıyordu. Durmadı. İlerledi. Koşar-
ken ayağı bir taşa takıldı. Yuvarlanıyordu. Kılıcı ile fır-
ladı. Hemen toplandı. Kalktı. Düşen kılıcını aldı. Doğ-
ruldu. Koşacağı tarafa baktı. Şövalye atından inmiş,
kargıladığı şehidin başını teninden ayırmıştı. Bu anda,
bu kestiği baş elinde, yine siyah bir şeytan gibi şahla-
nan atma sıçradı. Kaçacaktı... Kuru Kadı, bütün kuv-
vetiyle ona yetişmek için koşarken, baktı ki sol ilerisin-
de Deli Hüsrev kalkanını sallayarak, avazı çıktığı ka-
dar bağınyor,
- Mehmet, Mehmet!... Canını verdin!... Bâşını
verme Mehmet!...
Bu nara o kadar müthiş, o kadar tesirli, o kadar ya-
nıktı ki... Kuru Kadı: "Vah Deli Mehmet'miş!" diye ol-
duğu yerde dikildi kaldı. Durur durmaz, o an, kırk adım
kadar yaklaştığı kesik başlı şehidin yerden fırladığını
gördü. Nefesi tutuldu. Şaşırdı. Bu başsız vücut uçar gi-
bi koşuyordu. Kendi kellesini götüren zırhlı şövalyeye
yetişti. Eliyle öyle bir vuruş vurdu ki... Lanetli hemen
yüksek atından tepesi üstü yuvarlandı. Götürmek iste-
diği baş elinden yere düştü. Deli Mehmet'in başsız vü-
cudu canlıymış gibi eğildi. Yerden kendi kesik başını al-
dı. Hemen oracığa yorgun bir kahraman gibi, uzanıver-
di. Bunu Kuru Kadı'dan başka kimse görmemişti. Her-
kes kaçan düşmanı kovalıyordu. Yalnız Deli Hüsrev,
- Yüzün ak olsun, ey yiğit! diye bağırdı. Sonra Ku-
ru Kadı'ya doğru koşarak sordu.
- Nasıl, gördün mü bu civanı?
- Görmedin mi?
Kuru kadı sesini çıkaramadı. Gördüğü harika onu
dondurmuştu. Olduğu yerde öyle dimdik kaldı. Sanki
ölmüştü. Deli Hüsrev, onu hızla sarstı.
- Ne durursun be can! Ne olsun, haydi gazaya.
Düşman kaçıyor... Deli Hüsrev'in kalkması Kuru Ka-
dı'yı baştan can verdi, "Allah Allah" diyerek ileri atıldı.
Mücahitlere karıştı.
Cenk akşama kadar sürdü.
Er meydanının kanlı yüzüne "gece siyah saçlarını"
dağıtırken çağırıcının
- Gaziler hisara!
Sesi duyuldu. Dönen gaziler içinde kılıcından kan-
lar damlayan Kuru Kadı, birkaç sipahi ile dışarda kal-
dı. Yaralıları taşıttı. Şehit olanları saydırdı. Bunlar tam
ondokuz kahramandı.:. Düşman altmış dört ceset bı-
rakmış, diğer ölülerinin hepsini kaçırmıştı. Kuru Kadı
sabahtan beri yemek yememiş, su içmemiş, durup din-
lenmemişti... Toplattığı şehitleri hisarın önündeki mey-
dana yığdırdı. Şehit Deli Mehmet'in cesedini kendi bul-
du. Kesik başı koltuğunda, uyur gibi, sakin yatıyordu.
Olduğu yerde gömdürdü. Sonra yanındakileri. savdı. Bu
taze mezarın başına çöktü. Ezberden "Yasin" okumağa
başladı. Dışarılarda kimse yoktu, yalnız uzakta palan-
ka kapısındaki nöbetçi dolaşıyordu. Kuru Kadı okur-
ken, önündeki mezarın birden yeşil yeşil nurlarla tu-
tuştuğunu gördü. Sesi kısıldı. Dudaklarını oynatamadı.
Çeneleri kitlendi. Bu yeşil nurun içinde Deli Mehmet'in
kanlı boynuna sarılmış beyaz kanatlı bir melaike, hem
onu nurdan elleriyle okşuyor, hem açık alnını öpüyor-
du. Bu sıcak, bu yeşil nur büyüdü, taştı, bütün âlem bu
nurun içinde kaldı. Kuru Kadı'nın gözleri kamaştı. Ru-
hu yandı. Kendinden geçti.
Onu, daha ilk defa böyle derin bir uykuya dalmış
gören yoldaşları zorla kaldırdılar. Koltuklarına girdiler:
- Haydi, kapı kapanacak dediler, içeri gir.
Kuru Kadı'nın dili tutulmuştu. Cevap veremedi.
Sarhoş gibi sallana sallana hisara girdi. Hâlâ titriyor-
du. Palankanın içinde Deli Hüsrev'in menzilinden ge-
çerken durdu. Kulak verdi; ağlıyor mu, inliyor mu di-
ye... Hayır, Deli şıkır şıkır atını kaşağılıyor, keyifli bir
türkü söylüyordu. Seslendi:
- Hüsrev.
- Efendim?...
Kapı açıldı. Kaşağı elinde, kolları, paçaları sıvalı,
başı kabak Deli Hüsrev... daha Kuru Kadı bir şey sor-
madan,
- Gördün mü Deli Mehmet'in zevkini? dedi.
- Siz de benim gibi buradan gördünüz mü?
- "Gözlüye hotti gizli yoktur!"
Küttedek kapıyı, kapadı. Yine türküsüne başladı.
...
Kuru Kadı palankada sabahı dar etti. Güneş doğ-
madan, Deli Mehmet'in mezarına koştu. Artık bütün
günlerini bu mezarın başında geçiriyordu. Bu mezarın
daimi ziyaretçisi oldu. Büyük bir taş yontturdu. Yazdır-
dı. Başına diktirdi. Beş vakit namazlarını bile cemaati-
ne bu kabrin başında kıldırmak isterdi. Artık ne hacet
dilese, ona nail oluyordu.
Grijgal'de, komşu palankalarda Kuru Kadı için "De-
li oldu" diyorlardı. Her an "sonsuzluk" badesini içmiş
ezeli. bir sarhoş gibi nihayetsiz bir kendinden geçme,
sonsuz sınırsız bir şevk, sükûn bulmaz bir heyecan için-
de yaşıyordu. Fakat nasıl "deniz çanağa sığmaz"sa,
onun büyük sırrı da ruhuna sığmadı. Taştı. Huruç gü-
nü gördüğü harikayı herkese anlatmağa başladı. Hatta
daha ileri gitti, çok iyi okuduğu "Mevlid-i Şerif" lisanıy-
la o gün gördüğünü yazdı. Yüzlerce beyitlik bir destan
düzdü.
Ama o eski şevki kayboluverdi. Ruhuna koyu bir
karanlık doldu. Kalbine acı bir ağırlık çöktü. Artık De-
li Mehmet'in yeşil nurdan mezan içinde sürdüğü ilahi
zevki göremez oldu. Bu mahrumiyet onu delirtti. Ye-
mekten içmekten kesildi. Bir gün, yine perişan kırlarda
dolaşırken Deli Hüsreve rastgeldi. Meğer o da gezini-
yormuş. Elindeki yayıyla yavaşça Kuru Kadı'nın arka-
sına dokundu.
- Ahmak, dedi, niye gördüğünü halka söyledin?
Adam gördüğünü kaale geçirirse kazandığı hali kaybe-
der. Eğer sussaydın, gördüğün keramete ölünceye ka-
dar şahit olacaktın...
Kuru Kadı yere diz çöktü, ağlamaya başladı:
- Çok perişanım diye inledi, lütfet. Gel, beni gaflet
uykusundan uyandır. Benim o görnüş olduğum durum
ne hikmettir? İçinde benimle senden başka onu gören
oldu mu?
- Bir gören daha var. O "can" herkese görünmez.
- Kimdir?
- Bilemezsin...
- Başkaları görmedi de, biz ikimiz niçin gördük?
- a şehitlik müjdesidir!" İkimiz de mutlaka şehit
düşeceğiz!...
Kuru Kadı, gittikçe öyle serseri, öyle perişan, öyle
berbat oldu ki... kendisini o kadar seven Vali Ahmet
Bey bile Budin'den gelince, onun hallerine dayanamadı.
Nihayet "bu deli bir kişidir. Palankada hizmetinden is-
tifade olunamaz" diye geriye göndermeye mecbur oldu.
Aradan epey zaman geçti. Serhadde değil, hatta Grijgal
hisarında bile herkes Kuru Kadı'yı unuttu. Yalnız yaz-
dığı destan okunuyor, hiç unutulmuyordu.
On iki sene sonra...
Zigetvarın zaptı akabinde yaralılar toplanırken, meş-
hur kahraman Deli Hüsrevin bir gülleyle parçalan-
mış cesedi yanında, uzun boylu, ak saçlı, ak sakallı,
yeşil cübbeli bir şehit buldular. Kıbleye yüzükoyun
uzanmış yatan bu şehidin büyük, yeşil sarığı, henüz bo-
zulmamıştı. Üzerinde hiçbir silah yoktu. Yarası nere-
sinden olduğu belli değildi. Günlerce süren kuşatma es-
nasında hiç kimse böyle bir adam görmemişti. İnceden
inceye araştırma yapıldı. Kim olduğu bir türlü anlaşıla-
madı.
O vakit birçok gazilerin "gayb ordusundan imdada
gelmiş bir veli" sandıkları bu şehit, acaba, Grijgal hisa-
rının o eski deli kadısı mıydı?..........

EFSANELEŞEN DELİLER

“… topların tüfeklerin sesinden kulaklar sağır oldu, gürültüsünden beyinler dondu. Okların vızıltısından hava yüzünde periler korktu, bu ulu cengin heybetinden deniz dibindeki balıklar ürktü, dağ canavarları vatanlarını koyup gittiler, ses bağırtıdan, yankıdan, atların kişnemelerinden, erenlerin nağralarından, bağırıp çağırmalar nefirinden ödler patladı, nicelerinin korkudan ödleri sıttı, nicelerinin başı gitti, kan ırmak gibi aktı, dumandan tozdan havanın yüzü kapkara oldu, can alıcı can almaktan yoruldu… deri takkeli delilerin atlarının boynunda öten ziller, dürtüştükleri kafirlerin iniltileri ve figanları idi. Bu garip tarz ve acayip tavırla kafirlere köpeksiz koyun kurd girer gibi koyuldular… dünya depreme tutuldu, Kaf dağı yerinden oynadı, gökler yer üstüne yığıldı sandılar, gaziler kafirleri öyle kırdılar ki… ” Bu satırlar İkinci Kosova Muharebesi'nden bir enstantaneyi paylaşan Deliler: Osmanlı'nın Muhteşem Süvarileri kitabından... Doğan Kitap'tan çıkan ve Abdullah Turhal'ın yerli ve yabancı kaynaklardan yaptığı araştırmalar sonucu ortaya çıkardığı eserde birçok görsel de bulunuyor.
DELİLİKLERİ CESARETLERİNDENDİ
Osmanlı ordusunun belki de en az bilinen unsurlarından biri olan delilerin ortaya çıkışı, giyimleri, savaş teknikleri, yaşamları ve yabancı ordular üzerindeki etkilerine yer verilen kitapta ayrıca Osmanlı orduların genel ve idari yapısı da anlatılıyor.
İlk olarak 15. Yüzyılda görülmeye başlanan Deliler, Osmanlı'nın diğer askeri birlikleri gibi bozulmadan nasibini almış, halka eziyet eden haydutlar haline gelmişlerdi. Bu sebeple de 1829'da ortadan kaldırıldılar. Orduyu Humayun bünyesinde yer alan Deli Ocağı, genellikle sınır boylarında, Rumeli Beylerbeyleri veya sancakbeyleri maiyetinde bulunan hafif süvari birliklerinden oluşuyordu. Olağanüstü cesaretleri, oldukça gösterişli kıyafetleri ve gözlerini budaktan sakınmayan tavırları ile düşmana saldırmalarından dolayı “deli” diye anılıyorlardı. Sadece Osmanlı tarihinin değil dünya tarihinin de en renkli askeri birliklerindendiler.
Osmanlı'nın Rumeli fetihlerini yoğunlaştırdığı 15. Yüzyılda ortaya çıkan deliler başta sancakbeylerinin muhafız birliği olarak kullanılırken daha sonraki dönemlerde sayıları arttırılarak korkutucu bir savaş unsuru haline getirildiler. Vahşi hayvan kürkleri ve derilerinden kıyafetler giyen, benekli sırtlan, kaplan, leopar derisinden yapılmış ve yırtıcı kuş tüyleri takılmış başlıklar takan, savaşırken balta, normalinden daha uzun mızrak, çekiç, gürz ve pala gibi silahların yanında son dönemlerinde tabanca da kullanan deliler yabancı ordular için en büyük korku unsurlarından biriydi.
DELİ KIYAFETLERİ TÜRKLERİ AKLA GETİRİYORDU
“öylesine cesur hareket ederlerdi ki, insanları gölgelerinin bile öldürücü olduğuna inandırmışlardı” Venedikli Vecellio'nun da bahsettiği gibi batılı kaynaklarda delilerin cesaretlerinden hayranlıkla bahsediliyordu. Adolphus Slade “Öyle ki kumanda ettikleri yönde alevlere bürünmüş bir fıçıya, silah ateşine doğru atılır, düz bir duvarı aşar. Atıyla dört nala giderken silahıyla nişan almasını ve vurmasını bilir, keskin nişancıdır. Cirit atmada üstlerine yoktur.” diye bahsederken Bizanslı tarihçi Khalkokondyles de “Öyle görünüyor ki doğa onlara, herkesin üstünde bir güç ve vücut kuvvetini ve onların gücünü denemek isteyenlerin gücünü aşan düzeyde, rastlanmayan nitelikte bir kılıç kullanma ve savaşma becerisi vermiştir.” diyordu.
İslam aleminin ikinci halifesi Hz. Ömer'e (r.a) bağlı olduğu kabul edilen delilerin kıyafetleri zamanla batılılara birçok konuda ilham kaynağı oldu. Polonyalılar tarafından taklit edilen kıyafetler zamanla Polonyalılara özgü halini aldı. Başta yeniçeri ve deli kıyafetlerini birebir taklit eden Polonyalılar zamanla sarı botlar, göğsü kapatan parlak zırhlar, uzun kartal kanatları ve leopar derilerini kendilerine uydurabildiler. Bale ve operada da deli kıyafetleri taklit edilirdi hatta Türkler bu kıyafetlerle tasvir edilirdi.
Önemli Osmanlı tarihçilerinden Peçevi İbrahim Efendi, Kanuni Sultan Süleyman döneminden IV. Murat dönemi sonuna kadarki olaylara yer verdiği Tarihi-i Peçevi eserinde birçok hikaye ve kahramanlığa vermiştir.
EFSANELEŞEN DELİLER
Grijgal Palangası'na yapılan saldırı ve bu saldırıda önemli rol oynayan iki deli olan Deli Mehmet ve Deli Hüsrev'in hikayeleri bunlardan biridir. Rivayete göre kaleyi kuşatan Macar ordusu üzerine delilerin peşi sıra hücum edilmiştir. Saldırı sırasında Deli Mehmet, bir şövalye tarafından öldürülür ve başı kesilir. Bunu gören Deli Hüsrev, Deli Mehmet'in yerde yatan cesedine seslenip “Ne yatarsın! Başını aldı gitdi! Revadır canı verdin kıyma başa” der. Bunun üzerine Deli Mehmet kalkar bir koşuda şövalyeyi yumrukla yere serer alır başını ve öyle yatar yere.
Kitaptaki bir diğer efsaneleşen deli ise Şebeş palangası'ndaki Aslan isimli delidir. Rivayete göre sınır boylarında Osmanlı'ya çok zarar veren Nadajdi Frenç adındaki eşkıyayı mızrağı ile atının eyerine mıhlamış hatta kaçan düşman beyinin atına koşarak yetişip beyi öldürmüştür.

KİTAP REKLAMI


DELİLERE AİT RESİMLERİN KAYNAKLARI

topların, tüfeklerin seslerinden kulaklar sağır oldu, gürültüsünden beyinler dondu; okların vızıltısından hava yüzünden periler korktu, bu ulu cengin heybetinden deniz dibindeki balıklar ürktü, dağ canavarları vatanlarını koyup gittiler, ses bağırtıdan, yankıdan, atların kişnemelerinden, erenlerin naralarından, bağırıp çağırmalar nefirinden ödler patladı, nicelerinin korkudan ödleri sıttı, nicelerinin başı gitti, kan ırmak gibi aktı, dumandan tozdan havanın yüzü kapkara oldu, can alıcı can almaktan yoruldu...Deri takkeli delilerin atlarının boyunlarında öten ziller, dürtüştükleri kafirlerin iniltileri ve figanları idi. Bu garip tarz ve acayip tavırla kafirlere köpeksiz koyuna kurd girer gibi koyuldulardı...dünya depreme tutuldu, Kaf dağı yerinden oynadı, gökler yer üstüne yığıldı sandılar, gaziler kafirleri öyle kırdılar ki....”
II. Kosova Meydan Muharebesi 1448
Muharebenin ve delilerin hücümunun tasviri
Kitab-ı Cihan-nüma, Neşri Tarihi

Osmanlı Ordusu, Ordu-yi Hümâyûn, bünyesinde yer alan deli süvarisi, genellikle sınır boylarında, Rumeli beylerbeyleri veya sancak beyleri maiyetinde oluşturulmuş hafif süvari birlikleriydi. Olağanüstü cesaretleri, oldukça gösterişli kıyafetleri ve gözlerini budaktan esirgemeden düşmana saldırmaları sebebiyle deli denen bu askerler sadece Osmanlı’nın değil, dünya askeri tarihinin de en renkli ve en inanılmaz askeri birliklerindendir. Deliler XV. yüzyıl sonlarından itibaren görülmeye başlanıp, XIX. yüzyılda ortadan kaldırılmıştır. Tek tip, belirli bir kıyafetleri olmamasına rağmen, deli kıyafeti ayırdedici önemli özellikler içermekteydi. Düşmanlarına dehşet salmak için kıyafetlerinde kartal tüyleri, kartal kanatları, bütün aslan veya kar leoparı postları, ayı veya kurt derisinden şalvar, benekli sırtlan derisinden başlık, burunları sivri, sarı renkte, arkasında uzun mahmuz olan çizme giyerlerdi. Korkunç görüntüleri, inanılmaz savaşma becerileri ve azimleri ile deliler, uzun yıllar Ordu-yi Hümayun’a başarı ile hizmet etmişler ve Osmanlı’nın düşmanları tarafından taklit edilmişlerdir. Osmanlı ordusunu oluşturan diğer askeri birliklerde de görülen bozulmadan deliler de nasiplerini almış, meşhur askeri disiplinlerini kaybederek muharebelerde etkin rol göstermemeye ve halka eziyet etmeye başlayan başıbozuk haydutlar halini almaya başlayınca devlet tarafından reformla düzeltilmeye ve disiplin altına alınmaya çalışılmış fakat bunda da başarılı olunamayınca nihayet 1829 senesinde ortadan kaldırılmışlardır.
Altar Maket tarafından üretilen 54mm ölçeğindeki bu figür yıllar süren kapsamlı bir araştırma ile oluşturulmuştur. Heykeltraş Tony Aldrich tarafından master yapılmıştır.


Meşhur Bizans tarihçisi Chalcondyles’in eserinin sonraki yıllarda yapılan bir baskısında yer alan gravür. Bu gravür, deli hakkında detaylı bir bilgi ile 1662 tarihli Thomas Artus’un Histoire des Turcs, Paris adlı eserinin ikinci cildininde bulunmaktadır. Bir kopyası Ankara’da Ortadoğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) kütüphanesi nadir eserler bölümünde bulunmaktadır. (ODTÜ Kütüphanesi, Ankara ML Rare Collection DR485 .V673 katalog numarası)


1576 tarihli Melchior Lorck (Lorichs), “Tyrkerværk” eserinden gravür. Orjinal eser Statens Museum for Kunst (SMK), Cobenhavn (the Danish National Gallery, Kopenhag)’da bulunmaktadır. Bu gravürü bulabileceğiniz diğer kaynaklar:
- Thesaurus Exoticorum, Hamburg, 1688, Ks 4, s 52’de basılmış gravür. Bakınız Gravürlerle Türkiye: Giysiler, portreler, Kültür Bakanlığı, 2002, Cilt 1, s 66
- Erik Fischer, Melchior Lorck in Turkey, The Royal Museum of Fine Arts, Copenhagen, 1990, s 33



Nicolas de Nicolay, Navigations et pérégrinations orientales, Lyon 1567
-Dr. Zdzislaw Zygulski, The Winged Hussars of Poland




Richard Knötel, Uniformenkunde, Berlin 1890, Band XII, No 35

Delilerin dönemin yabancı gezginleri üzerinde bıraktıkları etki ve gezginlerin şaşkınlıkları, çizilen gravürlerde ve yazdıkları eserlerde görülmektedir. Delilerin, pek çok sıradışı özelliği, Osmanlı’nın sürekli etkileşim içinde olduğu Orta Avrupa orduları tarafından taklit edilmiş ve değişik formlara bürünerek o orduların en gurur duyduğu birliklere, kıyafetleri ulusal sembollere, kendileri de efsanevi savaşçılar haline gelmiştir. Bu düşünceyle, bizlerin de en azından Delileri hatırlamak, varlıklarını ve kıymetli hizmetlerini takdir etmek zorunluluğumuz vardır. Altar Maket olarak onları en azından maketlerin huzurlu, yaratıcı ve güvenli dünyasında tekrar canlandırmak ve böylece yüzyıllar önce yaşamış bu cesur savaşçıları günümüz insanlarına hatırlatabilmek istedik.
Master figürün oluşturulma aşamalarından bazı resimler: